Cumhûriyyet modernleşmesinin öncü unsuru olmasa da öne çıkan unsuru kadındır. Zîrâ kadın cumhûriyyetle beraber toplumsal hayâtın aktif bir öznesi hâline dönüşmüştür. Osmanlı’nın son döneminde kadının çalışma ve sosyal hayâtta görülmeye başlaması, cumhûriyyet idâresiyle birlikte yerini yoğunluklu bir kadın istihdâmına bırakmış ve kadın ilerleyen zaman içinde hızlı bir sıçrama yapmıştır. Süreç içerisinde kadının toplumsal hayâttaki yeri, modernleşme açısından olumlu bir seyir takîb ederek ciddî bir gelişme göstermiştir.  
        Gelişmeler hep modernleşmenin lehine olmuş, modernlik gelenek karşısında dâimâ yeni mevziler kazanmış, toplumsal hayât ve kadın erkek ilişkileri açısından eskiden geçerli olan tabu ve kısıtlamalar aşılarak kadının özgürlük alanı sürekli genişlemiş, buna paralel olarak mahremiyyet alanı ise gittikçe daralmıştır. Bilhâssa muhafazakâr Türk kadını bu süreçten fazlasıyla etkilenmiştir. Sol siyâset ise bu gerçeği nedense bir türlü görememiştir. Hattâ bu zihniyet “Türkiye İran olur mu?” endişesini dile getirerek; “Tehlikenin farkında mısınız?” türünden temelsiz ve gülünç sloganlar üretmiştir. Bugüne kadar sosyolojiye, sağa nispetle daha fazla vurgu yaptığı düşünülen sol fikriyyât, bu konudaki gelişmeleri sosyolojik değil de ideolojik gözlükle okumayı tercîh etmiştir. Bu da tabîatiyle meseleye yanlış teşhîs koyulması neticesini doğurmuştur. 

        Evet, muhafazakâr Türk kadını modernleşiyor. Hayâtın içindeki çok basit ölçü ve davranış kalıplarından yola çıktığımızda bile bunu görmek mümkün. Bundan yarım asır evvel fotoğrafı sevmeyen, fotoğraf çektirmeyen ve nâmahreme fotoğrafını vermek istemeyen bir hanım tavrının yerini, bugün sosyal medyadaki profiline başörtülü resmini koyan bir kadın imajı almıştır. Bugün bile yaşı sekseni-doksanı geçmiş, eski terbiye sisteminin etkisini üzerinde taşıyan bazı yaşlı hanımlar hâlâ fotoğrafa soğuk bakıyorlar. Ama onların torunu olan yeni ve genç jenerasyonsa bu tip takıntılardan âzâde bir rûh hâli içinde facebook’taki köşesinden rahat rahat paylaşımda bulunuyor. En özel anlarını, hattâ erkek arkadaşıyla çektirdiği resimleri bile sosyal paylaşım sayfasından servis etmekte bir beis görmüyor.    


        Bugün çalışma hayâtının içinde yer alan kadınların hemen hiçbiri; “Biz erkeklerin olduğu ortamda olmayız, onlarla birlikte çalışmayız.” gibisinden bir ön koşul öne sürmüyor. Hattâ eğitimini tamamlayabilmek için şirketlerin bünyesinde ve sadece erkeklerin olduğu ortamda stajyer olarak çalışan başörtülü hanımlar var. Aynı şekilde örgün eğitimin içinde erkek öğrencilerle aynı sıraları paylaşan başörtülü kızların da bugüne kadar böyle bir talebi olmadı. En azından bu tür talebler kamuoyu önünde seslendirilecek bir yekûna ulaşmadı.  
        Başörtülü hanımların içinde modayı takîb eden, tesettür defilelerine katılan ve hattâ bizzât bu defileleri tertîb eden gruplar da mevcût. Bu tür organizasyonlar basın ve medya kuruluşları tarafından da takîb edilmekte ve zaman zaman da bu durum İslâmi kesimin yazarları tarafından şiddetle tenkid ve takbîh olunmaktadır. Buna rağmen değişen bir şey olmamaktadır. 
        Bugün sesin mahremiyyeti yoktur. Yüzün mahremiyyeti yoktur. Hüküm herkes için geçerli olmasa da tercîh olunan kılık-kıyâfet tarzına bakıldığında bedenin dahi mahremiyyet alanı daralmıştır. Hattâ başörtüsü takan hanımların bir kısmı da kadın-erkek arasındaki klasik musâfaha tarzının dışına çıkarak karşı cinsin elini sıkmakta tereddüt göstermiyorlar. Yani başörtüsü münferiden ele alınması gereken bir olgu olup beraberinde geçmişin bir takım ölçü ve davranış kalıplarını peşinden sürükleyen bir karakter arz etmiyor. Artık geriye kalan sadece başın ve saçların mahremiyyetidir. Örtünmeyi başörtüsüyle sınırlayan bir mahremiyyet olgusu bile sol partileri endişelendirmeye yetmiştir.     
        Türkiye’de klasik muhafazakârlığın ve halk İslâm’ının dışında gelişen başörtüsü olgusunun yaklaşık yarım asra ulaşan bir mâzîsi var. İbtidâ üniversitede başlayıp daha sonra toplumun geniş bir kesimi tarafından benimsenen bu olgunun kaynağı kanâatimce tek sebebe indirgenemeyecek kadar muhteliftir. Başörtüsü takanların bir kısmı onu gerçekten inançlarının bir gereği olarak kabûl edip kullanmakta, bir kısmı da yetişme tarzı ve aile kültüründen gelen bir alışkanlığın tesiriyle ona sahip çıkmaktadır. Kimlik ve şahsiyyetini onun üzerinden ifâde eden bir grubun varlığı da yadsınamaz elbet. Bazı hanımların tercîhinde ise örf ya da dinin bağlayıcılığından ziyâde, yakın çevresinden görerek yapmanın yani göreneğin belirleyici bir etkisi vardır. 


        Örtünme herkeste tamamen inançtan kaynaklanan bir mâhiyyet arz etmemekte, daha ziyâde kişinin kendisine özgü sebeblerden kaynaklanmaktadır. Bunun içerisinde bazı psikolojik faktörlerin varlığından da söz edilebilir. Bazılarının siyâsal İslâm olarak ifâde ettiği kategori ise bunun tamamen dışındadır. Yani bazı muhâlif çevrelerin iddiâ ettikleri gibi bir hanımın kendisini siyâsal İslâm’ın bir neferi olarak gördüğü için başörtüsüne sahiplenmesi hiç de inandırıcı değildir.   
        Kadının başındaki örtüyle de olsa, çalışma hayâtının içerisinde varlığını ortaya koyma gayreti içinde olması son derece sarîh bir keyfiyyettir. Sol fikriyyata mensûb siyâsî partiler hakikatte kendi maksatlarına hizmet eden böyle bir sürecin destekçisi olacakları yerde, şabloncu bakış açısının getirdiği şartlanmışlıktan dolayı sürekli olarak lehlerine olan bu sürece köstek olmuşlardır. 
        Atatürk devrimlerine baktığımızda ise kadının kılık-kıyâfetini kanûn zoruyla ve cebrî metotlarla değiştirmeye yönelik bir uygulama yoktur. Erkek giyimine ilişkin bir inkılâb yaparak şapkanın kullanılmasını kanûnla zorunlu hâle getiren Atatürk, kadının kılık kıyâfeti konusunda ise çok dikkatli ve ihtiyâtlı davranmış ve bu husûs da çevresine de dâimâ ağır gidilmesini telkîn etmiştir. Bu tavsiyelerden payını alanlar içinde Afgan Kralı Emanullah Han da vardır. 1928 senesinde batılı görünümlü eşiyle birlikte Türkiye’yi ziyâret eden Kral, Atatürk ile de uzun soluklu görüşmeler yapmıştır. Bu ziyâreti esnâsında Atatürk kendisine; “Kadın kıyâfeti işinde yavaş git!” telkîninde bulunmuştur. Bu tavsiyeleri kulak ardı eden Kral, ülkesine döner dönmez, ilk iş olarak kadın kıyâfeti hakkında bir yasa çıkartarak Afgan kadınının milli giysisi olan çador ve burkayı yasaklamıştır. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak, bu durumu Atatürk’e duyurduğunda, Atatürk üzülerek; “Eyvah, adam gitti, demektir. Ben kendisine ısrarla bu konuya girmemesini öğütlemiştim, çok yazık oldu.” demiştir. Ve nitekim Atatürk’ün öngörüsü doğru çıkmış, kısa bir süre sonra Emanullah Han, bir darbe sonucunda taht ve tâcını bırakarak memleketinden kaçmak zorunda kalmıştır. 
        Önümüzde dinsel temaya dokunsa bile cinsel temaya dokunma noktasında çok dikkatli davranan bir Mustafa Kemal örneği vardır. Mustafa Kemal’in modernleşme stratejisine neyi, nereye kadar başarabileceğini iyi bilen bir uzak görüşlülükle, toplumun reflekslerini dikkate alan bir mantık ve bakış açısı hâkimdir. Bu yetenekten mahrûm olan Emanullah Han ise aceleciliğinin bedelini tâç ve tahtını kaybederek ödemiştir. 
        Aynı şekilde Atatürk’ün izinden gittiğini söyleyen ülkemizdeki sol partiler de gerçekte Emanullah Han’ın çizgisini takîb etmişler ve bunun bedelini de Türkiye’nin ebedî muhâlefet partisi olmak sıfatından kurtulamayarak ödemişlerdir. Atatürkçülüğü kimseye kaptırmayan sol siyâset, bu konuda baltayı hep taşa vurmuştur. Sosyolojiden bîhaber olan bu zihniyet, târihten de habersiz olduğunu yukarıdaki örnekle açıkça göstermektedir. Bir realiteden öte bir övgü ve inanç alanı olarak gördüğü inkılâb târihini bile yeterince okuyup, anlayıp, strateji üretmeden sadece Atatürk’ün niyetinden ve devrimlerin amacından yola çıkarak bu çok hassas meseleye bodoslamasına dalmıştır. 
        Modernliği bir takım klişelere hapsederek yalnızca belli bir formatı esâs alan şabloncu bakış açısından dolayı hem kendisine hem de işleyen sürece zarar vermiş, başörtüsü konusundaki taleb ve ısrârında başarılı olamadığı gibi, aynı zamanda bilgisizlik sebebiyle kendi maksadına hizmet eden gelişmelerin de önündeki en ciddî engeli oluşturmuştur. 
        Sol siyâset takîb ettiği politika ile sanıldığının aksîne muhafazakârlığın ve İslâmi gelişmenin değil de modernleşmenin önündeki en büyük engeli oluşturmuştur. Türkiye’de ciddî bir zihinsel dönüşüm süreci yaşayan kitleler, muhafazakârlaşıyor gibi görünürken gerçekte modernleşmiş, fakat asıl görmesi gerekenler bu gerçeği görememiştir. 
        Bugün Türkiye modernleşmekte olan bir kadın imgesiyle karşı karşıyadır. Eğer Türk kadını geçen zaman zarfında daha hızlı bir modernleşme seyri takîb edememişse, bunun en önemli sebebi ideolojik saplantılarından dolayı süreci sağlıklı bir şekilde yorumlayamayan sol siyâsettir.